Ercan Kesal: ‘Her şeyden vazgeçerim, okumak yazmaktan asla’
RÖPORTAJ

Ercan Kesal: ‘Her şeyden vazgeçerim, okumak yazmaktan asla’ 

Ercan Kesal’la buluştuğumuzda ona ilk olarak birlikte anıldığı mesleklerden hangisiyle daha çok gurur duyduğunu sordum. Öyle ya adının önüne eklenecek çok unvan var: Hekim, oyuncu, senarist, yazar – yakında yönetmen. Gururun zehirleyici ve tehlikeli bir duygu hali olduğunu söyledikten sonra, her şeyin okumak yazmak hevesinden doğduğunu anlattı:

“Verimli olduğum ve heyecan duyduğum işler edebiyat kaynaklı. Sinemaya da edebiyatçı yanımla girdim. ‘3 Maymun’ filmiyle başlayan süreç öncelikle filmin senaristlerinden biri olmakla başladı, sonra oyunculukla ve başka işlerle devam etti.”

Oyuncu veya senarist olarak katkı sunduğu işler arasında “Bir Zamanlar Anadolu’da”, “Küf”, “Yozgat Blues”, “Ben O Değilim” gibi filmler var. Bir yandan da “hayatımı bu işten kazanıyorum” dediği hekimlik mesleğini sürdürüyor. Ama o, “her şeyden vazgeçebilirim, okumaktan ve yazmaktan asla” diyecek kadar bu uğraşa bağlı.

“Peri Gazozu” birinci, bir sinema-günlüğü olan “Evvel Zaman” ikinci, “Nasipse Adayız” son kitabı. Güzel haber ise yakında iki yeni kitabının yayımlanacak olması:

İlki, “Peri Gazozu”nun devamı sayılabilecek, adını sinemadan alan “Cin Aynası”. Diğeri ise Ayrıntı Yayınları’nın 1000. kitabı olacak bir “Fotoğraf Okuması”.

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Yaşama sanatına katkı

Sanatsal üretim bir dertten doğar. Sizin yazarken, sinemaya omuz verirken derdiniz/meseleniz nedir?

“Bütün sanatlar en büyük sanat olan yaşama sanatına katkıda bulunmak için vardırlar” demiş Marx. Doğru galiba. Ne yaparsanız yapın, tüm yaratıcı sanat dalları kişinin kendiyle ve dünyayla yaşadığı varoluşsal meselenin halinden başka bir şeye hizmet etmiyor. Yaptığımız her şey yaşama sanatının ayrılmaz bir parçası, tamamlayanı ve ona dair. Mısri’nin dediği gibi; “Ben derdime derman aradım, meğer derdim bana derman imiş…”

Ercan Kesal: ‘Edebiyata asıl şimdi ihtiyacımız var’

Türkiye’nin geçmişi pek neşeli sayılmaz ama şu sıralar durum daha karışık. “Bu zamanda edebiyat yapılmaz” diyor kimi. Edebiyat neye gerek?

Tam da bu zamanlar için vardır edebiyat. Yazma eylemi bizatihi bir karşı çıkış ve alternatif bir önerme değil midir zaten? Şimdi yapılmayacaksa edebiyat ne zaman yapılacak? Zamanın tanığı ve vicdanı olan bir edebiyat, içinde itirazı, umudu ve hayata dair güçlü bir önermeyi de taşır. İyi edebiyat duyguları harekete geçirir, okuyucusunu değiştirir, dönüştürür. Kendine dayatılanın karşısına daha sahici ve daha güçlü (kurmaca da olsa böyledir bu), başka bir gerçeklik sunar. Kendi ‘uydurduğu’ bir hayalle ve ‘gerçekliği yeniden icat ederek’ yapar bunu.

Halimiz perişan

Sanat önemli bir direnç noktası. Kültür de önemli bir savunma mevzisi bana kalırsa. Tarih boyunca büyük değişimler kültürü şekillendirerek yapılmaya çalışılmış. Sizce bugünkü hal-i pürmelalimiz nasıl?

Çok perişanız. Sahip olduğumuz ‘kıymetler’ sıralanırken, AVM sayısı, yeni yapılan köprünün uzunluğu, TOKİ konutlarının yaygınlığı ve duble yolların bitirilme hızıyla övünüyoruz. Yazık! Ortaöğretim kalitesinde üniversiteler, en çok satan kitapların insanı şaşırtan içerikleri, en çok seyredilen filmlerin düzeysizliği… Tüm bunlar gösteriyor ki entelektüel vasat çökerse hep birlikte üzerinde dans ettiğimiz pist de çöker. Benim kulaklarıma kadar gelen çatırtıyı kimse duymuyor mu? Yıllık gayri safi milli gelir yerine başka şeylerle övünen ve onlara sahip çıkan bir anlayış hayata geçmeli.

Ercan Kesal: ‘Yeryüzünün ihtiyacı olan şey diğerkâmlık’

Psikoloji yüksek lisansı yaptınız. Antropoloji doktorasına devam ediyorsunuz. Sanatçısınız. Şu sıra en çok neye ihtiyacımız var diye sorsam ne dersiniz?

Belki şu sıralar daha yakıcı hissediyoruz ama sadece bugünlerde değil, her zaman; üstelik sadece bizleri değil, tüm yeryüzünün ihtiyacı olan şeyin ‘diğerkâmlık’ olduğunu düşünüyorum. Enteresandır, şu sorduğun soruyu, yine sorunun içinde geçen antropoloji doktora programına giriş sınavında da sormuşlardı. Orada verdiğim cevabın içinden birkaç cümle hatırlıyorum: “Sahip olduklarımızın başkalarının da işine yarayabileceği bir büyük sofradır yeryüzü. Sonuna kadar tüketip bitirmek yerine, ihtiyacımız kadarını alıp, geriye kalanını bizden sonrakilere bırakabileceğimiz bir hayat…” Bir yazımda verdiğim bir örnekle bitireyim cevabımı: “Saint Simon’un öğrencileri, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını göstermek için düğmeleri sırtında olan ceketler giyerlermiş. Sırttan düğmeli ceketler giyelim ve içinde sadece akıl, ahlak, vicdan ve adalet geçen cümleler kuralım.” İhtiyacımız olan bu.

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Bergervari fotoğraf yazıları

Sormadan olmaz ve eminim okurların merakı da bu: Yeni kitap müjdesi var mı?

Var tabii ki. Bir kitap değil hatta iki kitap müjdesi var. Eylül-Ekim ayları içinde İletişim Yayınları’ndan “Cin Aynası” isimli bir kitabım çıkıyor. Editörüm yine Tanıl Bora. Ağırlıklı olarak BirGün Pazar’da çıkan yazılardan oluştu. Başka dergilerde yayımlanan ve daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış yazılar da var. “Peri Gazozu”nun devamı gibi. Hacim olarak ondan daha fazla ama. Yaklaşık 45 öykü… Diğer kitap Ayrıntı Yayınları’ndan ve ortak bir çalışma. Ayrıntı Yayınları’nın 1000. kitabı. Ağırlıklı olarak Enis Rıza’nın fotoğraf arşivinden seçilmiş 1000 civarındaki fotoğrafın içinden benim seçtiğim yaklaşık 100 fotoğrafa yazdığım okumalar. Bergervari fotoğraf yazıları. 1910’dan 2010’a kadar Türkiye’nin 100 yıllık politik, ekonomik ve sosyolojik hallerinin çoğu daha önce hiç yayımlanmamış fotoğrafları üzerine yazdığım kısa-uzun yazılar. Editörü Burhan Sönmez. Çok severek yaptığım ve beğenileceğini umduğumuz özel bir kitap oldu. Aralık’ta çıkacak.

Kitapta fotoğraf seçimlerini nasıl yaptınız? Nasıl bir tarih/fotoğraf okumasını tercih ettiniz?

Berger, iyi fotoğrafı tarif ederken, “iyi fotoğraf, bakıldığında fotoğrafta olmayanı akla getirendir” diyor. Doğrusu, ben de fotoğrafa baktığımda bana orada olmayan şeyleri hatırlatan ve şaşırtıcı ilham kapıları açan fotoğrafları tercih ettim. Merak ettiğim ve yazısını yazmak için peşine düştüğüm her fotoğraf, bazen saatlerce yeni okumalar yapmama neden oldu. Her yeni okuma o fotoğrafın daha önce hiç fark etmediğim başka bir yanını daha keşfetmeme yol açabiliyordu çünkü. Arkeolojik bir kazı yapar gibi ya da alfabesini bilmediğin ve ilk kez karşılaştığın bir dili önündeki tabletlerden çözmeye çalışır gibi bir süreçti.

Okuyucu yazdıklarımı seyretsin

“Nasipse Adayız”ın sinemaya uyarlanacağını biliyoruz. Öte yandan, o sizin ilk kurgu kitabınız desek yanlış olmaz. Siz bir metin yazarken, sonra bundan film de olur diye mi düşünüyorsunuz?

“Nasipse Adayız” ilk baştan zaten benim için bir film projesiydi. “Aday” isimli bir sinopsis ve tretman yazmıştım çok önce. Bitmemiş bir senaryosu bile vardı. Ama, benim üslubum zaten biliyorsun sinemasal bir üsluptur. Hep söylediğim, “okuyucum yazdıklarımı okusun değil, seyretsin istiyorum” derken bunu kastediyorum aslında. “Peri Gazozu”ndaki her öykü de kendi başına birer tretmandır. Böyle olması hoşuma gidiyor ve üstelik daha iyi becerdiğimi düşündüğüm ve üstesinden daha rahat geldiğim bir yazma süreci.

“Nasipse Adayız” iktidar meselesine odaklanıyor. Faust’tan Zübük’e birçok eserle akrabalığı var. İnsanlar mı değişmiyor, onlara iktidar hevesi veren koşullar mı?

Koşullar çoğu zaman bize dayatılanlardır, asıl mesele insanların iktidar karşısındaki tutumları; bu değişmiyor. İktidarın zehirleyici bir çekiciliği var ve galiba kolayca baş edilemiyor. Başkalarına karşı duyulan ve bitmek tükenmek bilmeyen hükmetme isteği tarihsel ve psikanalitik de bir vaka. Başarı ve sonsuz mutluluk için ruhunu şeytana satmakla, yaşadığı yere belediye başkanı olmaya kalkışarak o güne kadar inatla koruduğu masumiyetini terk eden aday adayının trajedisi aynı aslında. İnsanın çoğu zaman kendine bile itiraf etmediği ve farkında olmadığı bu karanlık uçuruma bakmak ve nefsiyle mücadelesine şahit olmak, bana çok çekici geliyor doğrusu.

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Senaryonun kehâneti

İktidar demişken, son yıllarda sıkça tartışılan bir mesele var: Kültür iktidarı konusu. Sizce kültür iktidarı nedir, ne değildir?

Kullanmaya kalkışırsanız her şeyin iktidarı vardır. Bu sizin neyi tercih ettiğinizle de ilgilidir. Masanın ne tarafında durduğunuza bağlı. Bilginin de iktidarı var ve günümüzdeki akademik camia tepe tepe kullanıyor bunu. Kendi içine gömülmüş, dışarıya yabancı akademik bir dil, birbirine atıflarla yazılan ve sokağın okumadığı tezler, kitaplar ve unvan-kariyer çekişmesi. Dışardaki insanın işine yaramayan bilgi çöptür bence. Bilgiyi ‘ayağa düşürmek’ ve vaat ettiği ayrıcalıktan (iktidardan!) vazgeçmek lazım. O kadar! Tarkovski, yetenek sahibi olmayı ayrıcalık değil, hizmet etme yükümlüğü olarak tarif eder. Bilgiye, kültüre sahip olmak ayrıcalık değil, zahmet getirmeli; o bilgiyi mümkün olan en geniş kitleye hızla ve koşulsuzca ulaştırma zahmeti!

Son soru: Yeni senaryo çalışmalarınız mutlaka vardır. Onlardan söz eder misiniz?

Epeydir çalıştığımız bir senaryo vardı, M. Fazıl Coşkun’la, “Anons” isminde. Fakat garip bir tesadüf ya da ‘senaryonun kehâneti’ midir nedir; yazdığımız senaryonun konusu, bir grup eski askerin bir gece Radyoevi’ni ele geçirerek darbe anonsu yapma çabasını anlatıyor. Senaryo 1963’de Talat Aydemir ve arkadaşlarının yapmaya çalıştıkları askeri darbe hikâyesinden ilham alınarak yazılmıştı. Mahmut Fazıl şimdi filmi nasıl çekeceğini düşünüyor sanırım! Diğer senaryo çalışmam da yurt dışında yaşayan Türk asıllı bir yönetmen için yazdığım senaryoydu. Mülteci-sürgün hikâyesi. Bitmek üzere. Yönetmen arkadaşımın ilk uzun metrajlısı olacak. Çok umutluyuz. Hayırlısı.

Diğer Röportaj İçerikleri