John Berger Söyleşisi
John Berger: ‘Dinlediğim için bir hikâye anlatıcısıyım’
RÖPORTAJ

John Berger: Dinlediğim için bir hikâye anlatıcısıyım

İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger, 5 Kasım’da 90. yaşını kutladı. :

Berger, Paris’e 7 mil uzaklıktaki Antony adlı kasabada, Sovyet Birliği’nde büyüyen yakın dostu aktör ve yazar Nelle Bielski ile yaşamını sürdürüyor. Kapıyı beraber açıyorlar ve öğlen yemeği için masaya oturduğumuzda Bielski “John hakkında bilmen gereken en önemli şey kendinden bahsetmekten hiç haz etmemesidir” diyerek söze başlıyor. Berger’in 90. yaş günü için hazırlanan ve eserlerine bir saygı duruşu niteliğinde olan “A Jar of Wild Flowers” adlı kitaptan söz açıldığında Berger torunu Melina’nın çizimini büyük bir hevesle gösteriyor. Sonrasında masadan kalkıp bir A4 kâğıdı boyutundaki yağlı boya tablosunu getiriyor. Bu, ressam Jules Linglin’in Melina’nın portresini çizdiği tablo. (Berger’in Katya, Jacob ve Yves adında 3 çocuğu ve 5 torunu bulunuyor.) Melina’nın portresini masaya yerleştirdikten sonra ona, sanki öğle yemeğinde o da bizimleymiş gibi bakıyor. “Eğer kim olduğumu soracak olursanız, kendimi onun gözlerinden görmeyi, onun bana baktığı şekilde görebilmeyi isterdim” diyor Berger. Melina’nın bakışları gerçekten de, şaşırtıcı bir şekilde, görebileceğinden ve bilebileceğinden çok daha fazlasını biliyormuş hissi veriyor.

Bu anı eşsiz kılan iki olgu var. İlki Berger’in hâlâ, üstelik giderek artan bir biçimde “görme biçimleri” ile ilgileniyor olması; algılarını bambaşka boyutlara taşıyabilmesi. İkincisi ise, torunu Melinda’nın portresini çizen ressamın en büyük destekçilerinden biri olması. Masada otururken “Bana bir kart uzat” diyor ve karta el yazısıyla “Jules Linglin” yazıyor. “O bir gün çoğu kişi tarafından tanınıyor olacak” diyerek kartı bana geri veriyor.

Berger her ne kadar kendini torununun gözlerinden ifade etmek istese de, o an Berger’in ta kendisini gözlemleyebiliyorum. Minyon bir vücut tipine sahip fakat mavi gözleri ve kalın telli beyaz saçlarıyla şekillenen yüzü onu oldukça yakışıklı gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde, Youtube üzerinden “Görme Biçimleri”ni (Ways of Seeing) izledim ve 4 bölümden oluşan bu serinin hâlâ mükemmelliğini koruduğunu gözlemledim. Berger, hayatının hiçbir döneminde hayal âleminde yaşamadı; daima gerçeğin peşinde koştu ve gerçeği radikal bir biçimde algıladı. 44 yıl önce tüm karizmatikliği ve delici gözleriyle her an kendisiyle çelişmenin eşiğindeymişçesine attığı bakışlarıyla kamera karşısına geçti. Kamera karşısındaki bu duruşu hiçbir zaman tuhaf hissettirmiyordu zira program insanların yeniden ve etraflıca düşünmesi için tasarlanmıştı. Berger’in hiçbir zaman zorluklardan kaçmadığını rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Örneğin bir programında kadınların geleneksel resim sanatında “arzuyu beslemek için var olduğunu, kendi arzularının söz konusu bile olmadığını” ifade etmiştir. “Görme Biçimleri” hiçbir zaman baskıcı bir duruş sergilememiştir. Berger, tüm bölümlerde aynı tişörtü giymiş ve aynı arka plan eşliğinde kamera karşısına çıkmıştır.

John Berger

Berger benim için daima AIDS hakkında dokunaklı bir roman olan “Düğüne”nin (To the Wedding) yazarı olarak kalacak. “Düğüne”yi benim için farklı kılan özelliklerden biri romanı kaleme almaya başlamasının hemen ardından oğlunun eşinin HIV pozitif olduğunu öğrenmesi. Booker Ödülü jüri üyeliğini üstlendiğim 1995 yılında, 141 roman içerisinde kazanmasını en çok istediğim roman “Düğüne”ydi. Herkesin hatırlayacağı üzere, Berger 1972 yılında “G” adlı romanıyla kazandığı Booker ödülünün yarısını Kara Panter Partisi’ne bağışlamıştı. Ödülün diğer yarısı ise Berger’in fotoğrafçı  Jean Mohr ile ortak çalışması olan ve Avrupalı göçmen işçileri konu alan “Yedinci Adam” (A Seventh Man) romanı için ödenek olarak kullanıldı.

Öğle yemeğinin ardından Berger’in çalışma odasına doğru yol alıyoruz. Orman manzaralı ve geniş pencereli bu odada birçok tablo gözüme çarpıyor. Berger, bir yazar olmasının da getirisiyle karmaşık düşünceleri süzüp en yalın haliyle karşımıza çıkarabiliyor. BBC’ye verdiği bir röportajda tüm eserlerinde ve çalışmalarında fotoğrafçı Robert Capa’nın “Fotoğraf yeterince iyi gelmiyorsa, daha yakından bak…” tavsiyesine kulak verdiğini söylüyor. Berger’in ayrıntılara bakışı aradan seneler geçse de emsalsizliğini ve hayret verici niteliğini kaybetmiyor. Onu okumak kimsenin görüşünüzü engellemediği bir camdan manzarayı izlemek gibi.

Berger, Kuzey Londra’da yer alan Stoke Newington’da doğdu. Babası Stanley ise Birinci Dünya Savaşı’nda piyade subay olarak görev yapmış bir göçmendi. Resimle ilgilenen babası kendi kendini yetiştirmeyi seviyordu. Colin MacCabe’in yönettiği The Seasons in Quincy adlı belgeselde, Berger 20 yıllık dostu Tilda Swinton’a babasının elmaları nasıl kestiğini ve soyduğunu tüm incelikleriyle anlatıyor ve büyük bir sevgiyle babasının onun bir avukat, doktor ve bir İngiliz beyefendisi olmasını istediğini hatırlıyor.

Berger’in annesi Miriam ise Güney Londra’nın Bermondsey adlı bölgesinden geliyordu. Usta yazar, bir süfrajet olan Miriam’ı “çok gizemli ve bilinmezlerle dolu” şeklinde betimliyor. Miriam, her ne kadar gizemli bir duruş sergilese de oğlunun yazar olmasını ne kadar istediğini açıkça belli etmekten çekinmiyordu. Berger, Oxford’da kaldığı yatılı okul St. Edwards hakkında konuşmaktan itinayla kaçınıyor. 6 yaşında gönderildiği ve 16 yaşında kaçtığı yatılı okulu, “sadizm ve işkence ile dolu bir tımarhane, tam anlamıyla korkunç bir yer” olarak tasvir ediyor. Ona, dünyanın adil bir yer olmadığını ilk kez orada mı öğrendiğini soruyorum, “Daha da öncesinde öğrendim” şeklinde karşılık veriyor, “Beş yaşındayken”. Bir süre duraklıyor ve onu bekliyorum. Beklemek balıkçının oltayı çekmesini izlemek gibi: “Annem beni okula gönderebilmek için yaptığı bisküvileri, şekerlemeleri ve çikolataları satardı. Sürekli mutfakta çalıştığı için onu neredeyse hiç göremiyor, onunla vakit geçiremiyordum. Fakat bir gün mutfaktayken bisikletli bir adam geldi ve iki parça çikolata istedi. Annem çikolataları getirip fiyatını söylediğinde adam parasının olmadığını ve çikolataların onun için çok pahalı olduğunu söyleyip oradan uzaklaştı. Bu olay beni derinden etkiledi. Ne annemi suçlayabilirdim, ne de yeterli parası olmayan o adamı.” Tekrar duraksadı ve, “Sadece Karl Marx’ın gelmesini bekleyebilirdim” dedi ve güldü.

Berger, 1944 yılında bir askeri talim kampında onbaşı olarak göreve başladı. Genellikle işçi sınıfından gelen acemi erler ile arkadaşlık ediyordu ve sonrasında onların katibi haline geldi; onların mektuplarını yazıya döküyordu. Bir bakıma, Berger bütün hayatı boyunca bunu yapmaya devam etti, insanların hikâyelerinin yok olup gitmemesi için onları yazıya döktü. Susan Sontag ile yaptığı bir söyleşide, “Bir hikâye daima bir kurtarma operasyonudur” sözleriyle hikâyeciliğe olan bakış açısını dile getiren Berger, “The Seasons of Quincy”de ise “Dinlediğim için bir hikâye anlatıcısıyım. Hikâyeci olmak, sınırdan geçiş izni alan bir kaçakçı olmaya benziyor”  şeklinde düşüncelerini ifade ediyor.

Berger’in 1975 yılında yayımlanan “Yedinci Adam” (The Seventh Man) adlı romanında kurtarma dürtüsü oldukça belirgin. Eserin önsözü ise şu şekilde: “Bir göçmen işçinin neler yaşadığını çevresindeki fiziksel ve tarihsel faktörleri de göz önüne alarak kavrayıp altını çizmek aynı zamanda günümüzün siyasi gerçeklerine de ışık tutacaktır. Konu Avrupa olsa da kapsamı tüm dünyayı içine alıyor. Teması ise özgürlüğün elinden alınması.” Ona günümüzün göçmen krizini sorduğumda ise “Her ne durumda olursa olsun, iki farklı insanın ortak noktası onları birbirinden ayıran, farklı kılan olgulardan çok daha büyük olacaktır. Ne var ki birçok sebep ve koşul, insanların bu gerçeği görmesini engelliyor.”

John Berger

O’na Brexit hakkındaki düşüncelerini sorduğumda ise “Küreselleşmenin anlamını yeniden dile getirmemiz gerek çünkü küreselleşme kapitalizmin ve dünyadaki finansal örgütlerin spekülatif ve her şeyden önce kazançlı olması anlamına geliyordu ve siyasetçiler siyasi karar alma konusundaki söz haklarının büyük bir çoğunluğunu kaybetmiş durumdalar. Geleneksel anlamdaki siyasetçileri kastediyorum.”

Bir insanın yabancı bir ülkede kendini evindeymiş gibi hissedebilmesinden ve bir manzarayı tanıdık bir yüz sıcaklığıyla sevebilmenin nasıl mümkün olabileceğinden bahsediyoruz. Berger için bu manzara Haute-Savoie.

“Haute-Savoie’da yıllarca yaşadım. Benim için önem teşkil ediyor çünkü oranın bir köylüsüymüşüm gibi sıkı çalıştım. Tamam, fazla abartmayayım. Onlar kadar çok çalıştığımı söyleyemem ama onlar ne yapıyorsa ben de yaptım, onlarla beraber çalıştım. Orası benim enerjimin, vücudumun, memnuniyetimin ve memnuniyetsizliğimin büyük bir parçasını oluşturuyordu. Orayı manzarasından ötürü değil; emek verip bir parçası olduğum için seviyordum” diyor ve ekliyor:

“İnsan ve iş gücü arasındaki bağ sıklıkla görmezden geliniyor fakat benim için daima elzemdi. 16 yaşındayken Derbyshire’daki bir kömür madenine gittim ve madencileri izleyerek 1 günümü orada geçirdim. Bu gözlem bende saygı duygusu uyandırdı. Bu, Lordlar Kamarası’nda hissedeceğiniz türden bir saygı değil.”

Berger, 90. yaşından gün almaya yaklaşırken kendi görme biçiminin şaşırtıcı bir biçimde beklediğinden daha az oranda değiştiğini hissediyor. Teknolojinin genç nesillerin sanatı keşfediş biçimini büyük ölçüde değiştirdiğini ve etkilediğini vurgulayan Berger, mesajlaşmaktan keyif aldığını da itiraf ediyor.

Kaynak: https://www.theguardian.com/books/2016/oct/30/john-berger-at-90-interview-storyteller?CMP=Share_AndroidApp_Add_to_Facebook

 

Diğer Röportaj İçerikleri