Man Booker ödülü kazanan Paul Beatty’yi yakından tanıyalım...
Paul Beatty ile Man Booker kazanan romanı üstüne…
GENEL

‘Sorun ne harfte ne de sestedir; sorun niyettedir’

Şair ve yazar Paul Beatty, röportaj verdiğinde bile, gözden uzak kalmayı tercih ediyor. Ona çocukluğunu sorun ya da 1990 yılında bir şair atışması şampiyonluğu kazanışını; 52 yaşındaki New Yorklu yazar hiç pas vermiyor. “Bu konuda konuşmaktan hoşlanmıyorum” cümlesini sık sık kuruyor. Tanıtımını yapanların işi zor; ancak dört roman ve iki şiir kitabının sonunda Beatty günümüzün en komik, en “yakıcı” yazarlarından biri haline geldi. Düzyazıları pop kültür referanslarına ve ortamın en iyi repçilerinin enerjilerine sahip ve kitaplarında (özellikle de son derece komik bir kurgusu olan ilk kitabı “The White Boy Shuffle”) yeterli oranda zehir ve kahkahalar attıracak şakalar var.

Şimdi, yedi yıl aradan sonra yayımladığı ve Man Booker ödülü kazanan “The Sellout” romanı ile yazar yeniden gündemin en tepesinde. Bu kitapta çok fazla olay var: soğuk bir aşk öyküsü, polisle sert savaş, “Meksikalı sorunu.” Ancak temel akış, köleliği ve ırk ayrımını geri getirmeye çalışan genç bir siyah adam çevresinde dönüyor. Rolling Stone dergisine verdiği nadiren söyleşilerinden birinden, detayları kendisinden dinleyelim:

‘Yasaklananı çekici bulurum’

“The Sellout”u yazmaya nasıl başladınız?

Beş kuruş param yoktu. Her zamanki dertler. Bir burs aldım ve bir şeyler yapmam gerekti. Kafamda muğlak şeyler vardı, bir süredir üzerinde düşündüğüm saçmalıklar.

“Düşündüğünüz saçmalıkları” biraz daha detaylandırabilir misiniz?

Ben gençken, okullarda ya da kütüphanelerde, yasaklanmış bir kitaba rastlamanız çok olağan dışı bir durum değildi; “Boston’da yasak” derlerdi, çoğunlukla da alaycı bir biçimde. Ama ben o zamanlar, ve halen de, tartışmalı kabul edilen ya da herhangi bir sebeple birisinin sakıncalı görüp başkalarından uzak tutmak isteyeceği kitapları kesinlikle çekici bulurdum: “Madde 22”, “Lolita”, “Hayvan Çiftliği”, “Batı Yakasında Değişen Bir Şey Yok”. Bu yasak olanı aramak ya da şiddet ve şehvet çığırtkanlığına kucak açmak gibi bir şey değil; hoş ikisine de karşı değilim ama bu lanet şeyler zaten her yerde. Bu şiddetli bir biçimde saygısız olanı, absürd olanı sahiplenmekle alakalı. Zira en uygunsuz meseleler çoğunlukla en gerekli ve en güzel olanlardır.

Birkaç hafta önce, insanların yıllardır okumamı söylediği Edgar Hilsenrath’ın son derece komik romanı “Nazi ve Berber”i bitirdim. Uzun bir süre Almanya’da yasaklıydı ve ben kitabı çok sevdim; sırf yasaklı olduğu için değil, konusunu açık sözlülükle ifade ediyor, bu da onu okunması zor kılıyor çünkü tüm süreç boyunca korkup kendinizi geri çekiyorsunuz. Steven Wright eskiden şuna benzer bir şaka yapardı: “Sandalyende neredeyse düşecek kadar geriye gider ama düşmeden hemen önce kendini çekersin ya hani? Ben işte hep öyle hissediyorum.” O kitabı okurken de böyle hissetmiştim; korkup geri çekilme anlık bir şey değildi, sürekliydi. Metinden ya da şakalardan hoşlanıp hoşlanmadığımı anlayamadan bitirdim kitabı ve kitabın, sanki oturma odasında göğsünüze oturup gözleriniz yuvalarından çıkana kadar sizi boğan bir büyük kardeş gibi oluşunu sevdim.

Yani belki de olay budur. Sürekli korkup geri kaçıyorum. Çok iyi tanıdığım insanlar bana dokunduğunda bile, kaçıyorum. Belki kitap yazmamın sebebi budur. Kendi kendimi korkutup geri kaçırabilir miyim görmek istedim.

‘Durum hiçbir zaman iyi olmadı’

Irkçılığı ilk kez ne zaman ilk elden deneyimlediniz?

Hatırlıyorum…. İkinci sınıfta olmalıyım ve bir çocuğun bana zenci dediğini ve küçük bir kavgaya tutuştuğumuzu hatırlıyorum. Sonra yeniden yanıma geldi, sözlüğünü çıkardı ve “zenci” kelimesine baktık. O da “Baksana, bu sen değilsin” dedi.

Kitap, ırkçılık konusunda günümüzde ilerleme olduğu yönündeki tüm fikirlere saldırıyor.

Bence işler hiçbir zaman iyi olmadı. Hiçbir yerde, hiçbir mekânda, hiçbir zaman. Bu sadece ırkla ya da başka bir şeyle alakalı değil. Kendinizi işlerin yolunda olduğuna ikna ederek kazanabileceğiniz kimi şeyler var, dolayısıyla bunu yapan insanları anlıyorum. Ama bence işler hiçbir zaman iyi olmadı.

Kitabınızda ırk hakkında açıkça konuşmanın zorluğundan söz ediyorsunuz. Bu konuda konuşmanın kolay bir yolu var mı?

Kitapta (anlatıcının), insanlar ırk hakkında konuştuğunda beyazların “Bütün zenciler tembelsiniz”, siyahların ise “Defolun gidin beyazlar” demek istediğini, bunun da bir tartışma/iletişim kanalı açmadığını söyleyen kısa bir pasaj var. Bazı konuları konuşmak zordur. İnsanlar “Bu konuda nasıl konuşabiliriz” dediklerinde ne demek istediklerini anlamıyorum. Sanki insanlar başkalarını suçlama fırsatına sahip olmak istiyorlar. Millet eteğindeki taşları dökmek istiyor. Değişime ihtiyaç duyan ya da değişim isteyen insanların nazarında, bu lanet bir tartışma. (İnsanların) Neden bunları konuşmanın kolay olması gerektiğini düşündüğünden emin değilim.

‘Polis şiddeti devam ediyor’

Yakın dönemde olanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Ferguson, Eric Garner… Birbiri ardına çirkin olaylar yaşanıyor.

Polis şiddeti devam ediyor. Ne sebeple olursa olsun, bu davalar dikkat çekiyor ve tabii bundan olayların bir videoya yansımasının, böylece görünür olmasının da etkisi var.

Bir şey araştırıyordum ve 1930’ların başlarından itibaren New York gazeteleri arşivine bakmaya başladım ve Harlem’de bir soygun esnasında vurulan üç siyah adamla ilgili bir yazıya rastladım. Aramıyordum, karşıma çıktı. Bu asırlık bir olay. Polislerin her zamankinden daha öfkeli olduğunu düşünmüyorum ama ülkenin ruh hali az da olsa değişiyor.

Sanki çözülmeyecek bir sorunmuş gibi görünüyor.

Sorunun tek çözümü, adaletin paylaşılması. Hiç olmazsa insanlar öldürülmek yerine mahkemeye gönderilebilir. İşaret edilebilecek bir yön var, o da insanları yargılamak.

‘Çokkültürlülük müfredatı yaratılmalı’

Kitapta kafama takılan bir nokta var. Anlatıcının kız arkadaşı “Sen ne sanıyorsun, burası Los Angeles, dünyanın en ırkçı kenti” diyor. Bir adam cevap veriyor: “Saçmalık! Ama açık konuşmak gerekirse, bu söylediğine alındım.” Bu aralar ortalıkta dönen “alınma-özür dileme”, “alınma-özür dileme” döngüsü hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve genel olarak alınmanın, rahatsız olmanın doğası hakkında?

Neyin rahatsız edici, rencide edici olduğu bir parça karmaşık bir mesele; belki karmaşık değil de, muğlak. “Alınmak” kelimesi “ihlal-edilmiş-hissettim” yelpazesinin büyük bölümünü karşılıyor. Birisinin ağzını açarak yemek yemesinden rahatsız olabiliyoruz, etnik bir küfür kullanmasından da. Her ne kadar kolay kolay rahatsız olmayacağımı düşünmek istesem de, kişisel olarak insanların rencide edilmemesi gerektiğine inanmıyorum. Ama olayların bağlamını merak ediyorum. Bir insan hem birinin masaya dirseklerini koymasından, hem nedensiz polis cinayetlerinden hem de bir futbol takımının kural ihlalinden eşit oranda rencide olabilir mi?

Siyaseten doğruluk hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Öyle bir hareket varsa da ben kaçırmışım. Hiçbirinin “Bunu siyasette doğruculuk adına yapıyorum” dediğini duymadım. Ama şayet, örneğin siyaseten doğruluk bir çokkültürlülük müfredatı yaratmayı deniyorsa, tıpkı Arizona’daki devlet okullarında “Meksikalı-Amerikan” tarihi öğretilmesi gibi, o zaman tamamen yanındayım. Ama bu tabiri kullandığımızda ne demek istiyoruz? Bazı Amerikalılar Obama’nın tek başına Beyaz Saray’ı ele geçirmesinden “rahatsız olmuş” gibi görünüyorlar, çünkü bu onlara gör Amerika’nın özlerine yönelik bir ihlal. Başkanlıkta bir Afro’nun olması onlar için koca bir yanlış.

Öte yandan ben bazı kelimeleri, terminolojiyi ya da kitapları “siyaseten doğruluk” adına yasaklamaya inanmıyorum zira sorun ne harfte ne de sestedir; sorun uygulama ve niyettedir. Gerçi, sadece siyan insanlara havlayan köpekler de tanıdım.

Diğer Genel İçerikleri